14 Temmuz 2008 Pazartesi

TARİH: 6 MAYIS 1922

BAŞKOMUTANLIK KANUNUNUN ÜÇÜNCÜ DEFA UZATILMASI SIRASINDAKİ TARTIŞMALAR VE MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YANITLARI:
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Başkomutan) - Efendiler, Başkomutanlık Kanunun uzatılması nedeniyle Perşembe günü yapılan görüşmelerde, rahatsız olduğum için bulunamadım. Görüşmelerin yarım kalması, konuyla ilgili bilgi sahibi olmamı sağladı. Söz alan arkadaşların bütün konuşmalarını gözden geçirdim. Verilen oyları bile inceledim. Bunun için oturumda bulunmuş kadar bilgi sahibi oldum.
Efendiler, Başkomutanlık Kanunu’nun yapıldığı günü hep birlikte hatırlayalım: Yunan ordular Ankara’ya doğru yürümekte idi. Ordumuz Sakarya gerisine kadar gelmişti. Yüce Meclisiniz düşman ordusunu durdurmak için önlem almak zorunda kaldı. Bu önlem sonucu Başkomutanlık kurulmasını ve ona yeterli yetki verilmesini kabul etti. Başkomutanlık Kanunu yapılarken, bu kanunun üç ay yürürlükte kalmasını Yüce Meclise öneren bendim. Üç ay sonra uzatılması veya kaldırılması Yüce Heyetinizde tartışıldı. Kanunun uzatılması çoğunluk oylarıyla kabul edildi. Ancak kanunun başlangıcından bu yana bundan şikayet edenler vardı. Ben kesinlikle gereksiz bir makamın devamından yana değilim. Ancak izin verirseniz son görüşümü söylemeden önce, olayın niteliğin açıklamak için birkaç söz söylemek istiyorum. Bu arada buna gerek olmadığını söyleyenlere de yardımcı olmak isterim. Örnek olarak Erzurum Milletvekili Salih Efendi yaptığı konuşmada; “Mustafa Kemal Paşa bu hakkı bizden zorla almak istiyorsa kendisini küçültür. Açıkça bize verilmiş olan hakkımızı kendisine verirsek, aptalız.” demiştir.
Efendiler, Başkomutanlık Kanunu’nun kabulü söz konusu olduğu ilk gün bu kürsüde söylenen sözleri hatırlayalım. Ben hiç kimseye beni Başkomutan yapınınız, bu yetkileri bana veriniz demedim. Aksine bütün Meclis bana kesinlikle Başkomutan olacaksın dedi. Bugün en çok şikayet eden arkadaşlarım, bu kürsüden yüksek sesle: “Başka çözüm yolu yoktur. Başkanımızı Başkomutan yapalım, ordumuzla birlikte zafere gidelim.” diye haykırdılar.
Arkadaşlar, açık konuşacağım, beni bağışlayınız; her birinizin üstün yetkilerle seçilerek, bütün yurdun yazgısına el koymasına herkesten çok ben çalıştım. (Doğru sesleri) Pek çoğunuz bilirsiniz ki, bunun için en yakın arkadaşlarımla görüş ayrılığına düştüm. Bunu gerçekleştirebilmek için bütün hayatımı, varlığımı, şeref ve haysiyetimi tehlikeye attım. Demek oluyor ki; bu benim eserimdir. Ben eserimi alçaltmakla değil, yükseltmekle görevliyim. “Meclisin hakkını zorla ele geçirmek” sözünü reddeder ve olduğu gibi Salih Efendi’ye iade ederim. Böyle bir şey söz konusu değildir.
Efendiler, Başkomutanlık konusunun gizli oturumda görüşülmesinin uygun olacağı yolunda bir önerge verilmiş. Bu da yanlış yoruma uğramış ve konunun açık oturumda görüşülmesi istenmiş. Afyon Milletvekili Mehmet Şükrü Bey, gizli oturumda gerçeğin milletten gizlenmek istendiğini söylemiş. Bir defa, Türkiye Büyük Millet Meclisi, yalnız yasama görevi olan bir meclis değildir. Yürütme yetkisine de sahiptir. Bu aşamada devletin her türlü işleriyle ilgili kararlarını, zamanından önce açıkça söz konusu etmek ve herkese duyurmak dünyanın neresinde görülmüştür? Özellikle konu düşman karşısında bulunan bir ordunun Başkomutanı ile ilgili olursa, açık oturumda lehte olduğu gibi aleyhte söylenen sözleri düşmanın duymasında yurdun çıkarı var mıdır?
Bizim Meclisimiz dünyanın en demokrat meclisidir. Ben vicdanen Yüce Meclisinizi oluşturan üyelerin her birinin görüşlerini söyleyip, eleştirilerini yapmasını isterim. Başkomutanın ordu üzerinde, özellikle düşman üzerinde etki ve nüfuzunun çok büyük olması gerekir. Hatta, Hüseyin Avni Bey’in burada söz konusu ettiği rahatsızlığımın bile, düşman tarafından işitilmesi sakıncalıdır. Buna ne gerek vardı? Olabilir ki düşman benim rahatsızlığımı duyar ve üç beş gün sonra saldırıya geçer. Biz Kralın hasta yattığını öğrenmek için casus kullanırız. Görüyorsunuz ki konunun gizli oturumda görüşülmesinde maksat, Mehmet Şükrü Bey’in dediği gibi, hiç bir vakit gerçekleri milletten gizlemek değil, düşmandan gizlemektir. Keşke, açık oturumda sakınca olmasaydı da, Mehmet Şükrü Bey, istediklerini kürsüden bağıra bağıra söyleseydi. Ben de Mehmet Şükrü Bey’in sözlerindeki anlamı ve gizli amacını millete açıklasaydım. Şükrü Bey bilsin ki, millet onun gibi düşünmüyor. Onun dediği gibi komedya oynamıyoruz. Biz buraya komedya için toplanmadık. Beyler, komedya oynayan ve oynatan Şükrü Bey’in kendisidir. (Bravo sesleri) Kanunun pençesinden ne kadar büyük bir alçalma ile kurtulduğunu unutacak kadar çok zaman geçmemiştir.
Efendiler, Hüseyin Avni Bey, Başkomutanlık Kanunu aleyhinde konuşurken, Yüksek Meclise: “Bu tutumla milleti rezil edeceksiniz.....Miskinler.” demiş. “Görevler şahıslara bağlı değildir. Şahıs yoktur, millet vardır...” gibi sözler kullanmış.
Gerçi asıl olan millettir, toplumdur. Onun da genel iradesi Mecliste kendini gösterir. Bu her yerde böyledir, ancak şahıslar da vardır. Meclis, memleket ve devlet işlerini şahıslarla yapmaktadır. Her devletin işlerini yürüten şahıslar meydandadır. Anlamsız bir takım düşüncelerle gerçeği inkarın yeri yoktur.
Efendiler, Hüseyin Avni Bey, iki de bir konuşmamı kesiyordu. Bu yüzden kendisine “Ne zır zır ediyorsun!” şeklinde ağır uyarıda bulundum. Meclisin mahalle kahvesi olmadığını, milletin Kabe’si olan kürsüye saygılı olmasını istedim.
Selahattin Bey bize, saldırıya geçip geçmeyeceğimizi sormuş. Biz de “Saldıracağız.” demişiz. Kendisi aksini iddia etmiş ve dediği olmuş.
Oysa ki, saldırının ertelenme nedenlerini yeri geldikçe yeterince açıkladığımızı sanıyorum. Tekrar edeyim; Sakarya Savaşı’ndan sonra saldırıya devam edemeyecek durumdaydık. Bu sırada kış bastırdı. Kış bastırınca ihtiyaçlarımızı sağlayamadık. Bu durumu gizli olarak arkadaşlara söylediğimi sanıyorum. Ancak bunu bütün dünyaya ilan edemezdik. Hiç şüphe yok ki, ordumuzu layık olduğu yere getireceğiz. Yineliyorum, saldırı yapacağız, düşmanı vatanımızdan kovacak ve uzaklaştıracağız. Bu kararımızdan dönmeyeceğiz.
Ayrıca Selahattin Bey demiş ki; “Ordu güç bakımından en yüksek seviyeye gelmiştir.” Evet, ordumuz mükemmeldir, ancak istenilen seviyeye gelmemiştir. Asker kökenli olan bu arkadaşın, ordunun iç yüzünü bilmesi gerekir. Halbuki Selahattin Bey, bundan çok uzaktır. Genelkurmay Başkanından, ordu komutanlarına, kolordu komutanlarına kadar böyle söylemiyorlar. Onlar bu orduyu sen idare edeceksin, diyorlar.
Daha sonra kendisi; “Bizim başlıca görevimiz siyaset yapmaktır.” diyor. Hayır beyler, bizim asıl en önemli görevimiz siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün milletin bugün için tek görevi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngümüzle kovmaktır. Bunu yapmadıkça, siyaset anlamsız bir sözden ibaret kalır. Bir dakika için, Selahattin Bey’in sözlerini doğru kabul edelim. Bu sözün Başkomutanlık Kanunu ile ne ilgisi vardır? “Bugün milleti yaşatacak savaş değildir.” diyorlar. Anlaşılıyor ki, bir engelleme ve zıtlaşma düşünülmektedir. Ben de milli hedefe ulaşabilmek için tek çıkar yolun savaşta başarılı olmaktan geçtiğini söylüyorum. Bütün kaynaklarımızı ve desteğimizi orduya vereceğiz. Gücümüzü dünyaya tanıtacağız. Ancak ondan sonra bu milleti insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır.
Deniliyor ki: “Bugünkü askeri durumun gerektirdiği masrafları incelemek için, Başkomutanlığın varlığı bir engeldir.” Efendiler, bu doğru değildir. Başkomutan, Meclisin mali kaynaklarının incelenmesine ne zaman engel olmuştur? Gelir kaynaklarımızla ne yapabileceğimiz konusundaki endişe, belki herkesten çok beni uğraştırmaktadır. Yalnız ben ordumuzun varlık ve kuvvetini paramıza göre ayarlama görüşünü kabul edenlerden değilim. “Paramız vardır ordu kurarız, paramız bitti, ordu dağılsın...” Benim için böyle bir şey yoktur. (Alkışlar) Beyler, para ister olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. (Alkışlar)
Bu konuda bir hatıramı aktarayım. İlk defa bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür geçinen bir takım kimseler: “Paranız var mıdır? Silahınız var mıdır? ” diye sordular. “Yoktur” dedim. “O halde ne yapacaksın?” dediler. ”Para olacak, ordu olacak ve bu millet bağımsızlığına kavuşacaktır.” diye yanıtladım. Görüyorsunuz ki hepsi oldu. (Şiddetli alkışlar)
Bir takım efendiler de: “Başkomutan millete angarya yaptırıyor.” demişler. Kanunun ülkede angaryayı yasakladığını söylemişler. Bu doğrudur, ancak ihtiyaç ve tehlike bize her şeyi yasal gösteriyor. Ordunun ihtiyaçları, millete angarya yaptırmayı gerektiriyorsa bunu yapıyoruz. Bugün için en doğru kanun budur. Milletin ve ordunun yenilenmesi için kanun buna engeldir diye, gerekli gördüğümüz önlemi almaktan çekinmeyeceğim.
Kara Vasıf Bey de: “Her yerde başkomutan vardır, fakat başkomutanlık için ayrı bir kanun yoktur. Eldeki askeri kanunlar, her komutanın olduğu gibi, başkomutanın da görev ve yetkilerini belirtir ve sınırlandırır.” demişler.
Bilinmektedir ki, devletler birbirlerinden farklı idare edilirler. Başlarında krallar, imparatorlar, padişahlar bulunabilir. Bazılarının başında cumhurbaşkanı vardır. Böyle ülkelerde başkomutan, devletin başında bulunan kimsedir. Bu kimse başkomutanlık görevini ya kendisi yapar, yahut birini vekil atar. Bizim bugünkü hükümet şeklimize göre, başkomutanlık yetkisi Meclisin manevi şahsiyetinde toplanmıştır. Kral, padişah ve imparatorun buyurduğuna “irade” denildiği gibi, Meclisten çıkan milli iradeye de “kanun” adı verilir. Bir meclisin olağanüstü bir zamanda kendisine olağanüstü görev verdiği başkomutan; Askeri Ceza Kanunu ile İç hizmet yönetmeliği çerçevesinde kalamaz.
Kara Vasıf Bey; “Başkomutanın da görev ve yetkilerini ilim tayin ve tespit eder.” demiş. Askerlik ilim ve teknikleri; başkomutan olacak kimsede bulunması gerekli nitelikleri sıralar, açıklar ve öğretir. “Başkomutanlık niteliklerini taşıyorum.” diyen bir kimsenin o konuma kendiliğinden gelebilmesinin anlamı ise büsbütün başkadır. Onun adına “Diktatör” denir. Başlangıçta Başkomutanlık için ayrıca kanuna gerek olduğunu düşünmemiştim. Arkadaşlar bunun gerekli olduğunu söylediler, Meclisten bu şekilde çıkarıldı.
Ayrıca: “Başkomutan, cephenin gerisindeki işlerle uğraşmasın.” demişlerdir. Bu düşünce yanlıştır. Cephedeki insan sayısı, yiyeceği, giyeceği, silah ve cephanesi ile ilgilenen Başkomutan, elbette bütün bunların gerisinde bulunan kaynaklarla da ilgilidir. Kara Vasıf Bey’in ileri sürdüğü düşünce nerede görülmüştür? Gerçi hem cephe, hem de gerideki birçok işlerle uğraşmak güçtür. Üzerlerine büyük işler almamış insanların bu konudaki kararsızlıkları çok görülmemelidir. Bakınız size bir örnek vereyim. Çok acemi komutanlar gördüm. Söz gelişi, bir tümen komutanı yeni kolordu komutanı olmuş. Henüz deneyim edinmeye zaman bulamadan, güç durumlar karşısında kalmış. Görevi boyunca bir tümene alışmış iken, düşman karşısında iki veya üç tümene birden komuta etmek zorunda kalınca, kararsızlığa düşmesi ve güçlüklere uğraması doğaldır. Bu komutan, gözden uzak mevzilerde yer alan iki üç tümenin savaşını idare etmek zorunda kalınca, kendi kendine sorar. Ben hangi tümenin yanında bulunayım? Onun mu? Bunun mu? diye kuşkuya düşebilir. Ne orada bulunacaksın, ne de burada. Öyle bir yerde bulunacaksın ki, hepsini idare edeceksin. O zaman da: “Ben hiç birini gerektiği gibi göremem.” der. Doğal olarak gözlerinle göremezsin, ancak akıl ve sezginle görmen gerekir.
Vasıf Bey bir konuşmasında demiş ki: “Biz Sakarya Savaşından sonra, işte hâlâ kıpırdayamadık.” Bu söz bazılarının “bravo” sesleri ve alkışlarıyla karşılanmış. Efendiler buna kahroldum. Ordunun kıpırdayamayacağını iddia eden bilgisiz birinin sözlerini alkışlamak, gerçekten çok üzücüdür. Rica ederim, bunu burada gömelim, kimse işitmesin!
Diğer yandan; başka devletlerde, Başkomutanın istediği şeyleri hükümete bildirdiğini ve Hükümetin bunları anında yerine getirdiğini söylüyor. Normal koşullarda doğrudur. Hükümetten para istediğinde, anında verilir. Ancak üzülerek söylüyorum bizim şartlarımız öyle değildir. Hükümet istenileni verecek durumda olmayabilir. Gerçekten biraz önce telgraf başına çağırdılar. Batı cephesi Komutanı diyor ki; “Bu haftaki yiyecek içecek parası henüz gelmemiştir. Telgraf başında cevap bekliyorum.” Şimdi ben ne yapayım? Şu anda nerede para bulursam anında el koyacağım. Ordu bir hafta aç duramaz. Maliye Bakanı para bulacak diye bekleyecek miyim?
Selahattin Bey’in vicdanen kuşku duyduğu konu üzerinde bir belge göstermek istiyorum. Kendileri Başkomutanlık Kanunun ikinci maddesi ile Meclisin kanun yapma yetkisinin Başkomutana devredildiğini, bu durumun yasal olmadığını söylemektedir.
Benim görüşüme göre bu durum kanunsuz değildir. Meclis kanun yapma yetkisinin bütünüyle Başkomutana vermiş değildir. Bildiğiniz gibi, ikinci madde; Başkomutan, ordunun maddi ve manevi sevk ve idaresini sağlamlaştırmak için gerekli kuvveti Meclis adına kullanmaya yetkilidir. Yoksa kanun yapmak için Başkomutana yetki verilmemiştir. Sadece orduyu güçlendirmek için, Meclise ait olan yetkinin kullanılması kabul edilmiştir. Ancak Meclis bu yetkiyi istediği zaman kaldırabilir. Kanun yapma yetkisinin tamamı Meclise aittir. Elimde bulunan şu belgeye göre; Fransa Meclisi 1916 yılında savaşa girerken bütün yetkiyi Hükümete vermiştir. Yine İngiltere’de 1916 yılında otuz üyeden oluşan bakanlar kurulundan, yalnızca beş bakana her türlü yetki verilmiş, bunlar kanun çıkarmışlardır. Meclis çıkarılan kanunlar için, yeniden görüşme gereği bile duymamıştır. Vatanın, milletin esenliği için gerektiğinde Meclis kanun yapma yetkisini dahi verebilir.
Efendiler, Başkomutanlığın gereksizliğini kanıtlamak için söylenen sözlerin esasları bunlardır. Benim bu sözlere verdiğim karşılıklar dinlendi. Budan sonra düşünüp karar vermek Meclise düşer. Yalnız bir gerçeği gözler önüne sermek zorundayım. Yüce Meclisin, Başkomutanlığın gereğine inandığından kuşku duymamakla birlikte, muhalefetin hiç bir temele dayanmayan tutumu, Meclis kararının istenilmeyen bir şekilde uzamasına yol açtı. Bunun sonucu Başkomutanlık iki gündür belirsiz bir durumda ve boşluktadır. Şu dakikada ordu, başkomutansızdır. Eğer ben orduya komuta etmekte devam ediyorsam, kanunsuz olarak komuta ediyorum. Mecliste beliren oy sonuçlarına göre, hemen komutadan el çekmek isterdim. Başkomutanlığımın sona erdiğini Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya ve Milli Savunma Bakanına bildirdim. Genelkurmay Başkanı; “Benim de görevim sizinle birlikte bitmiştir” dedi. Fakat önlenmesi imkansız bir felakete meydan vermemek için düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bunun için bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım.
(Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından sonra kendilerine sataşıldığı için söz alan milletvekillerinin birkaçı, sözlerinin yanlış anlaşıldığını, kötü amaçla söylemediklerini savunurlar. Sonunda gereği gibi aydınlanmış olan meclis, yapılan oylamada: 11 ret, 15 çekimser, 177 kabul oyu ile Başkomutanlık Kanunun süresini üç ay daha uzatır
Üç ay sonra 20 Temmuz 1922 tarihinde Başkomutanlık Kanunu, süresi sona erdiği için yeniden görüşme konusu olur. Bu görüşme gizli değil açık oturumda yapılır. Mustafa Kemal Paşa bu defa Mecliste yaptığı konuşmada der ki: “Artık ordumuzun maddi ve manevi gücü, olağanüstü hiç bir önleme gereksinme duyulmadan milli amacı tam olarak yerine getirecek düzeye ulaşmıştır. Bu bakımdan, olağanüstü yetkilerin devamına gerek kalmamıştır. Başkomutanlık görevimin süresi olsa, olsa Milli Sınırımızın özüne uygun kesin bir sonuca ulaşacağımız güne kadar uzar. Mutlu sonuca güvenle ulaşacağımıza kuşku yoktur. Dünyada, özgür bir birey olabilmek kadar büyük mutluluk var mıdır?...” Bu görüşmelerin sonunda, Başkomutanlığın süresiz olarak Mustafa Kemal Paşa’ya verilmesi kararlaştırılır. Ordunun hazırlıklarının tamamlanması üzerine, saldırının bir an önce yapılmasını emredip Ankara’ya döner. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, 6 Ağustos 1922 tarihinde ordularına saldırıya hazırlık emri verir.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa birkaç gün sonra cepheye hareket eder. Birkaç kişi dışında bütün Ankara’dan gizler. Kendi sözleriyle; “Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, buradaymışım gibi davranacaklardı. Hatta gazetelere benim Çankaya’da çay ziyafeti verdiğimi ilan edeceklerdi. 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırı için cephe komutanına emir verdim. Bu tarihte Kocatepe’de hazır bulunduk. Sabah saat 5.30 da topçu ateşimizle atış başladı. Saldırımız, baskın taktiğiyle yürütülecekti. Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, gündüzleri birlikler köylerde ve ağaç altlarında dinleneceklerdi. Düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustosa kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (Başkomutanlık Meydan Savaşı) düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik. Düşman ordusunun Başkomutanı General Trikopis de esirler arasına idi. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve İtalya’dan ateşkes önerileri geldi.’)

Hiç yorum yok: